Menü

DEVLETİN YARGISAL FAALİYETTEN KAYNAKLANAN SORUMLULUĞU

Temmuz 22, 2019 - EMSAL YARGI KARARLARI

DEVLETİN YARGISAL FAALİYETTEN KAYNAKLANAN SORUMLULUĞU

I. YARGI FONKSİYONU VE DEVLETİN SORUMLULUĞU

Genel itibariyle yargı fonksiyonundan ötürü Devletin malî sorumluluğu kabul edilmemektedir[1]. Ancak yargısal faaliyetlerden sorumluluğa ilişkin kanun hükmü var ise, o takdirde Devletin sorumluluğu söz konusu olur[2]. Örneğin 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 141 inci maddesinde, kanunlarda belirtilen şartlar aykırı bir şekilde yakalanan, tutuklanan veya tutukluluğunun devamına karar verilenler için Devletin tazminat ödeyeceği düzenlenmiştir.

Yargı fonksiyonunun ne olduğunu anlamak için maddi ve organik (şekli) anlamda yargı tanımlarına ayrı ayrı bakmak gerekmektedir.

Maddi anlamda yargı, hukuki ihtilafları ve hukuka aykırılık savlarını tespit eden ve hükme bağlayan devlet fonksiyonlarından biridir[3]. Yasama organının yargısal işlem yapmaya ya da yargısal işlemleri değiştirmeye yetkisi yoktur[4]. Maddi anlamda yargı ölçütüne göre, öncelikle hukuktan sapıldığına dair bir sav olmalı, bu savın doğru olup olmadığı tespit edilmeli ve tekrar hukuka uygun hale getirmek için bir yaptırıma karar verilmesi gerekmektedir[5]. Maddi anlamda yargı kıstasına göre, gerek adli yargı, gerekse idarî yargı mercileri tarafından yargı fonksiyonundan ve yargısal tasarruflarından ötürü Devletin sorumlu tutulamayacağı belirtilmektedir[6]. Ancak yargı kararlarından esas itibariyle ayrılabilir nitelikte ve yargı kararına giden süreçte bazı hazırlayıcı işlem ve eylemlerden oluşan zararlarda Devletin sorumsuz olamayacağı kabul edilmektedir[7].

Yargısal faaliyette bulunan kimselerin görevlerinden dolaylı verdikleri zararlardan ötürü Borçlar Kanunu’nun 55 inci maddesi uyarınca Devletin medeni hukuk ilkelerine göre sorumluluğuna gidilemez[8]. Yargısal işlemler, kesin hüküm niteliğindedir[9]. Oysa idarenin işlemleri kesin değildir. Yargısal denetime tabidir[10].  Kural olarak, kanunların uygulanması sonucu verilen yargı kararları, son ve kesin hüküm gücünde olup, tartışılması ve değiştirilmesi mümkün değildir[11]. Hatta kararı veren yargı organının bile daha sonra dokunması mümkün değildir[12].

Hâkimler, yargısal görevleri yönünden bağımsızdırlar, emir ve direktif almazlar, hiçbir hiyerarşiye tabi değildirler[13]. Bu sebeple, hâkimlerle Devlet arasında Borçlar Kanununun 55 inci maddesi anlamında bir bağlantı yoktur[14]. Ayrıca, maddi anlamdaki yargıya göre, yargısal faaliyet sebebiyle idare hukukundaki sorumluluk esaslarından hiç biri de uygulanmaz[15].

Organik (şekli) anlamda yargı ise, hukuki ihtilafların ve hukuka aykırılık savlarının bağımsız mahkemeler tarafından, tarafsız bir şekilde karara bağlanması etkinliği olarak tanımlanmaktadır[16]. İdari organlardan farklı olarak yargı, bağımsız ve tarafsız olabilmesi için yargılama usulüne sahiptir. Organik ayrıma göre eğer bir işlemi yargı yapmış ise yargı işlemi söz konusudur[17].

Doktrinde GÜNDAY, maddi ölçütün yargı fonksiyonunu açıklamada tek başına yeterli olamayacağını, özellikle disiplin cezaları gibi idarece tesis edilen bazı idari işlemlerin yargı fonksiyonuymuş gibi yanlış bir değerlendirmeye yol açabileceğini, bu sebeple, bir fonksiyonun yargısal mı, idari mi olduğunu tespit etmek için organik (şekli) ölçütün dikkate alınması gerektiğini belirtmektedir[18].

Organik anlamda yargı tanımına göre yargı fonksiyonundan doğabilecek sorumluluklara baktığımızda değişik ihtimaller söz konusu olabilir.

– Hâkim, savcı ya da yargı teşkilatının bulunmamasından dolayı oluşan zararlarda, yargı fonksiyonundan doğmuş bir uyuşmazlıktan ziyade kamu hizmetinin kuruluşuna ilişkin ve hizmet kusuruna dayanan bir durum söz konusu olur[19].

– Hâkim ve savcıların idarî faaliyetlerden doğan zararlar ise, hizmet kusuruna dayanarak, Adalet Bakanlığına karşı idarî yargıda tam yargı davasına konu olabilir. Ayrıca, hâkim ve savcıların idarî faaliyetleri sonucunda oluşan zararlar, kişisel kusuruna dayanmakta ise, hâkimlere karşı haksız fiil hükümlerine göre adli yargıda tazminat davasının açılabilmesi mümkündür.

– Maddi anlamda yargısal fonksiyonda bulunmayan, ancak organik bakımından adlî nitelikte olan savcılık ile icra ve iflas teşkilatı tarafından yapılan işlemlerden kaynaklanan zararlara ilişkin uyuşmazlıklar, idarî uyuşmazlık sayılmamakta, bunların yaptığı hatalara karşı kanunlarda bir tazminat kabul edilmiş ise ancak o takdirde Devletin sorumluluğu gündeme gelmektedir[20].

– Bazen hâkimlerin veya adliyede görev yapan yardımcı personelin kusurlarından kaynaklı zararlar söz konusu olabilir. Buna ilişkin olarak kabul edilen 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 46-49. maddeleri hükümlerine göre, hâkimlerin hâkimlik görevini yaparken yargısal faaliyetleri nedeniyle verdikleri zararlardan dolayı Devlete karşı tazminat davası açılabilir. Yine, İcra ve İflas Kanunu’nun 5 inci maddesinde, icra ve iflas dairesi görevlilerinin kusurlarından doğan tazminat davalarının ancak idare aleyhine açılabileceği yolundaki düzenleme sebebiyle, icra ve iflas dairesi görevlilerinin kusurlarından dolayı Devlete karşı tazminat davası açılabilir. Şayet zarar yargısal faaliyete yardımcı faaliyetlerden ötürü meydana gelmiş ve bu zararın tazminine ilişkin özel bir yasal düzenleme yoksa, o takdirde söz konusu zarar için idare hukukunun kusurlu sorumluluk esaslarına göre Adalet Bakanlığı’nın sorumluluğu gündeme gelir[21].

Yargıtay, hâkimlerin hukuki sorumluluğunu verdiği kararlarında ayrıntılı bir şekilde tartışmıştır. Yargıtay’a göre:

“Açıklanan mevcut yasal durum çerçevesinde; 2802 sayılı Hakimler ve Savcılar Kanunu’nun 93. maddesinden sonra gelmek üzere 6110 sayılı Kanunla eklenen 93/A maddesi halen yürürlükte olup, hakimin sorumluluğu hususunda öncelikle anılan 93/A maddesinde öngörülen ilkelerin aranması; sorumluluk sebepleri ve yargılama usulü yönünden ise artık, mülga 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 573 ve devamı maddelerinin değil, anılan maddeleri yürürlükten kaldıran 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 46 ve devamı maddelerinin uygulanması gerektiği tartışmasızdır.

Buna göre, sorumluluk sebepleri yönünden ilk etapta uygulanması gereken 2802 sayılı Hakimler ve Savcılar Kanunu’nun 93/A maddesi ile, ceza ya da hukuk hakimi ayırımına yer verilmeksizin, hukuk ve ceza hakimleri ile savcı ve müfettişlerin ve hatta Yüksek Mahkeme Başkan ve üyelerinin de sorumluluk kapsamına alındığı; anılan madde gerekçesinde, ‘uygulamada sorun oluşturan ve eksik kalan’ yön olarak nitelendirilen ceza hakimlerinin bir soruşturma, kovuşturma veya davayla ilgili olarak yaptıkları işlem, yürüttükleri faaliyet veya verdikleri kararlar nedeniyle hukuki sorumluluklarının da sözü edilen madde kapsamında düzenlendiği her türlü duraksamadan uzaktır.

Öyle ise; ceza hâkimleri de hukuk hâkimleri gibi yukarıda açıklanan ilkelere paralel olarak, verdikleri kararlardan dolayı ilke bazında sorumlu değil iseler de; ceza hakiminin kasıtla hareket etmesi ve verdiği kararın yasaya aykırı olması yanında, görevini savsaklaması (ihmali) gibi hallerin mevcudiyeti veya 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 46. maddesi hükmünde sayılan diğer hallerin gerçekleşmesi durumunda, genel olarak hukuki sorumluluklarının varlığı tartışmasızdır.

Diğer bir anlatımla, koşulları mevcut olduğu takdirde, hakimin sorumluluğuna ilişkin 2802 sayılı Hakimler ve Savcılar Kanunu’nun 93/A maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 46. ve devamı maddelerinin, ceza ya da hukuk hakimi ayırımı yapılmaksızın, süje açısından geniş bir düzenlemeyi içerdiği kuşkusuzdur.

Filhakika aynı ilke öteden beri uygulamada da kabul edilmiş; 01.03.1926 tarih ve 765 sayılı Türk Ceza Kanunu ile 04.04.1929 tarih ve 1412 sayılı Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu’nda ceza hâkimlerinin genel olarak hukuki sorumluluğunu düzenleyen bir hükmün bulunmaması nedeniyle sorun, 25.03.1931 gün ve 19/35 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı ile çözülerek, mülga 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 573. ve devamı maddelerinin ceza hakimleri hakkında da uygulanacağı ve sorumluluk davasının Yargıtay 4. Hukuk Dairesi’nde görülüp sonuçlandırılması gerektiği sonucuna varılmıştır”[22].

  1. SORUMLU MAKAMIN BELİRLENMESİNDE YAŞANAN GÜÇLÜKLER

Yargısal faaliyetten kaynaklanan sorumluluk söz konusu olduğu durumlarda, hangi makamın zarara sebebiyet verdiği hususunu tespit etmek her zaman kolay değildir. Örneğin makul sürede yargılanma hakkının ihlali sebebiyle açılacak bir davada, yargılamadaki gecikme ilk derece mahkemesinde yeterli personelin ve fiziki imkânların olmaması nedeniyle gerçekleşmiş ise Adalet Bakanlığı’nın, hâkim atamada veya görevlendirmede yaşanan gecikmeler ve kusurlardan oluşmuşsa HSYK’nın, temyiz merciindeki gecikmeler ve aksamalardan oluşmuşsa Yargıtay ya da Danıştay’ın sorumluluğu söz konusu olabilmektedir. Yine işyüküne uygun sayıda hâkim istihdamı için gerekli önlemlerin alınmamasından dolayı Adalet Bakanlığı’nın sorumluluğu gündeme gelebilir. Bazı durumlarda ise bu sorumluluklar birbiri ile bağlantılı ve iç içe geçmiş olabilir. Yine, İdarenin ajanı olmayan hâkimlere, emir ve talimat verilemeyeceğinden, verdikleri kararları geç yazmaları gibi durumlarda hangi merciin sorumlu tutulacağının tam olarak belirlenememesi gibi durumlar sebebiyle yargısal faaliyetten doğan sorumlulukta, sorumlu makamın belirlenmesinde bir takım güçlükler yaşanmaktadır.

III. YARGISAL FAALİYET NEDENİYLE DEVLETİN SORUMLULUĞUNA SEBEBİYET VEREN DURUMLAR

  1. Uzun Süren Yargılamalar

Makul sürede yargılanma hakkı, yargılamanın başlangıcından sonuna kadar yersiz gecikmelere sebebiyet verilmeden yapılmasıdır[23]. Bu hak, Anayasanın 141/son maddesinde, davaların en az giderle ve mümkün olan süratle sonuçlandırılmasının yargının görevi olduğu kuralı ile iç hukukumuzda düzenlenmiştir. Yine, ülkemizin taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6 ncı maddesinde açıkça herkesin makul sürede yargılanma hakkına sahip olduğu ifade edilmiştir. Ancak günümüzde, pek çok ülkede, bazı davalar makul sürede sonuçlandırılamamakta ve uzun süren yargılamalar sonucunda kişilerin anılan hakları ihlal edilmektedir.  Ülkemizde uzun süren yargılamalar sebebiyle mağdur olanlar, idarî yargıya, 6384 sayılı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine Yapılmış Bazı Başvuruların Tazminat Ödenmek Suretiyle Çözümüne Dair Kanun uyarınca Adalet Bakanlığı içerisinde oluşurulan Tazminat Komisyonu’na, bireysel başvuru ile Anayasa Mahkemesi’ne ve iç hukuk yolları tüketilerek Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurabilirler.

  1. İdari Yargının Yaklaşımı

4857 sayılı İş Kanunu’nun 20 nci maddesinin 3 üncü fıkrası uyarınca, iş sözleşmesinin feshi sebebiyle açılan davaların, İş Mahkemesi ve Yargıtay tarafından üç ay içerisinde kesin olarak karara bağlanması gerekir. Ancak yargının iş yükü sebebiyle, bazı durumlarda bu süre, üç ayı geçebilmektedir. Bu durumlarda, devletin sorumluluğu sebebiyle idarî yargıda maddi ve manevi tazminat talebiyle davalar açılabilmektedir.

İş Mahkemesi’nde açılan bir davanın 7 ay 14 gün geç sonuçlanması nedeniyle ve devletin hizmet kusuru olduğu iddiasıyla açılan bir davada Danıştay, 2992 sayılı Adalet Bakanlığı Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabulü Hakkında Kanun ile Adalet Bakanlığına verilen adalet hizmetinin örgütlenmesinde bir gecikme olduğunu, ancak Adalet Bakanlığının mali imkanları ölçüsünde teşkilatlanmayı yerine getireceğini, İş Mahkemesindeki örgütlenmeden dolayı oluşan gecikmenin hizmet kusuru niteliği taşımadığını belirtmiştir[24].

Yine İş Mahkemesinde görülen bir davanın uzun sürmesi nedeniyle maddi ve manevi zararın tazmini için açılan bir davada, Adalet Bakanlığı’nın iş yükünü azaltmak amacıyla yapılması gereken alt yapı çalışmasını yapmadığı ve böylece hizmet kusuru işlediği ileri sürülmüş ise de, Ankara Bölge İdare Mahkesi’nce uzun süren yargılamanın bir işlem ya da eylemden kaynaklanmadığı, yargılama görevi kapsamında yürütülen hizmet sebebiyle meydana gelen zararın idari yargı yoluyla denetlenemeyeceği  ifade edilmiştir[25].

İdare Mahkemeleri, başka İş Mahkemelerinde görülen davaların geç sonuçlanması nedeniyle tazminat istemli açılan davalarda, yargılama görevi kapsamında ifa edilen hizmet sebebiyle Adalet Bakanlığı’nın ajanı durumunda olmayan hâkimlerin verdikleri kararlardan ötürü, yürütme fonksiyonunda yer alan Adalet Bakanlığı’nın sorumlu tutulamayacağına karar vermişlerdir[26].

2- 6384 sayılı Kanun Uyarınca Oluşturulan İnsan Hakları Tazminat Komisyonu’nun Yaklaşımı

İnsan Hakları Tazminat Komisyonu’na göre, adil bir yargılamanın için yalnızca verilen kararın isabetli olması değil, ayrıca yargılamanın da makul sürede sonuçlandırılması gerekir. İhtilafların kısa sürede neticelendirilmesi, hakkın gerçek sahibine süratle teslimini sağlar ve diğer tarafın da mağdur olmasını korur[27].

İnsan Hakları Tazminat Komisyonu’na yapılan bir başvuruda, yasadışı PKK/Kongra-Gel silâhlı terör örgütüne üye olmak ve bu örgüt için kanuna aykırı toplantı ve gösteri yürüyüşleri düzenlemek, yönetmek ve bunların hareketlerine katılmak suçlarından haklarında iki farklı kamu davası açılan ve iki dereceli ceza yargılamasının yaklaşık 6 yıl 2 aydır sonuçlandırılmaması olayında, AİHM’in makul sürede yargılanma hakkına ilişkin yerleşik içtihatları, olayın kendine özgü koşulları, yargılamanın uzamasında müracaat edenlere yüklenilebilecek herhangi bir kasıt veya kusurun bulunmaması, davanın müracaat edenler açısından taşıdığı önem  değerlendirildiğinde, söz konusu yargılama süresinin uzun olduğuna, makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğinden tazminata hükmedilmesine ve hızlandırıcı etki yapmasını temin etmek için 6384 sayılı Kanun’un 8/2 maddesini uyarınca kararın kesinleşmesinden sonra ilgili yerel mahkemeye bildirilmesine karar vermiştir[28].

Yine aynı Komisyon tarafından 24 yıl 4 ay 28 gün süren tapu iptali ve tescili davasında makul sürede yargılama hakkının ihlal edildiğine ve tazminata hükmedilmesine karar verilmiştir[29]. Ayrıca, anılan Komisyonca, iş sözleşmesinin feshetmesi sebebiyle işçilik haklarının ödenmesi için açılan bir davanın 7 yıl 11 ay 27 gün sürmesi ve müracaat eden için taşıdığı önem sebebiyle makul sürede yargılama hakkının ihlal edildiğine ve tazminata hükmedilmesine karar verilmiştir[30].

Öte yandan, 08.07.1999 tarihli iddianame ile açılan bir ceza davasının, 25.11.2008 tarihinde kesinleşmesi sebebiyle makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiasıyla yapılan bir başvuruda İnsan Hakları Tazminat Komisyonu, iç hukukta verilen nihai karar  tarihinden itibaren 6 ay içerisinde AİHM’e başvurulmaması ve AİHS’te öngörülen kabul edilebilirlik koşullarından birini taşımaması nedeniyle 6384 sayılı Kanun’un 6/1(a) maddesi gereğince başvurunu reddine karar vermiştir[31]. Yine, İnsan Hakları Tazminat Komisyonu bir başvuruda, tapu tahsis belgeli gecekonduya tapu verilmesine ilişkin başvurunun reddine dair idarî işlemin iptali istemiyle idari yargıda açılan ve  ilk derece ile temyiz aşamasında geçen toplam 4 yıl 4 ay 17 günlük sürenin makul olduğuna, uzun yargılamaya yönelik iddiaların temelsiz olduğuna ve başvurunun reddine karar vermiştir[32]. Ayrıca anılan Komisyon, 31 kişiyi kapsayan örgütlü işlenen bazı suçlarla ilgili ceza davasının ilk derece ve temyiz aşamasında toplam 6 ay 16 gün sürmesi nedeniyle yapılan başvuruda, davanın karmaşık olması ve başvuranın tutumu gerekçeleriyle yargılamanın makul süre şartına aykırı yapılmadığına ve başvurunun reddine karar vermiştir[33].

3- Anayasa Mahkemesi’nin Yaklaşımı

Anayasa Mahkemesi’ne göre, makul sürede yargılanma hakkının amacı, davanın taraflarının uzun yargılama süreci sebebiyle karşı karşıya kalacakları maddi, manevi tahakkümden korunması, adaletin beklenildiği bir biçimde temini ve hukuka olan inancın korunmasıdır[34].

Anayasa Mahkemesi, kişilik haklarına saldırı iddiasıyla açılan iki adet manevi tazminat davalarından birinin 8 yıl 2 ay 21 günde tamamlanmaması, diğerinin ise 8 yıl 9 ay 7  günden beri devam etmesi sebebiyle yapılan bir başvuruda, âdil yargılanma hakkının Devlete, ihtilafların makul sürede kesin olarak sonuçlandırılmasını sağlayacak bir yargı düzeni kurma ödevi yüklediğini, yazılı bir basın aracında yapılan haberle kişilik haklarına saldırıda bulunulması sonucu meydana gelen zararının telafisi için hızlı bir şekilde karar verilmesinde önemli bir kişisel yararının bulunduğu, başvurucu açısından taşıdığı değer ve başvurucunun davalardaki menfaati dikkate alındığında, her iki dava dosyasındaki bu sürelerin makul olmadığına karar vermiştir[35]. Yine Anayasa Mahkemesi, 1991 yılında açılan kadastro tespite itiraz davasının henüz karara bağlanmamasında, makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir[36].

4- Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Yaklaşımı

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin karara bağladığı başvuruların büyük çoğunuğunu, hatta bazı yıllarda % 60’a yakınını, makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiasıyla yapılan başvurular oluşturmaktadır[37]. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6 ncı maddesinde düzenlenen makul sürede yargılanma hakkı, hem ceza davalarını hem de hukuk davalarını kapsamaktadır[38]. Makul sürede yargılanma hakkında süre, ceza davalarında şüphelilerin suçlanmaları ile, hukuk davalarında ise davanın açılmasıyla başlar ve kararın en üst seviyede sonlanması ve uygulanması ile sona erer[39]. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, yargılamanın makul süre içerisinde yapılıp yapılmadığını incelerken davanın karışık olup olmadığına, başvurucunun süreci uzatmaya yönelik davranışlarının olup olmadığına, yetkililerin tutumuna ve başvurucunun davasında özel bir gayret gösterilmesi gerekip gerekmediğine bakarak karar vermektedir[40]. Strazburg Mahkemesi, makul sürede yargılanma hakkı ihlali olup olmadığına karar verirken bazen yargılama sürecinin genelini, bazen de her aşamasını incelemektedir[41].

AİHM, Büker kararında, 7 yıl 9 ay süren yargılamada davanın karmaşıklığı iddiasını yerinde bulmamış ve  ülkemiz aleyhine tazminata hükmetmiştir. Mahkeme, İş Hukuku davalarının yapıları gereği süratle karar verilmesini gerektirdiğini belirtmiştir[42]. Guincho kararında, trafik kazası sebebiyle tazminat sorumluluğu davasının yargılama sürecinde, sadece davanın ilk derece aşamasının 3 yıl 11 ay sürmesinin makul olmadığını ve başvurucunun yargılama prosedüründeki karşıklık sebebiyle sorumlu tutulamayacağını belirterek makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir[43]. Veliyev kararında, hâkimin iddianameyi iade ederek savcıya göndermesi, soruşturma yetkilileri tarafından hatalar yapılması, duruşmaların yönetimi ve devam eden temyiz sürecinden kaynaklanan gecikmelerin yaşanması sebebiyle makul sürede yargılanma hakkının ihlalinde devlet yetkililerinin sorumlu olduğunu belirtmiştir[44]. De Cubber kararında ise, yeterli personel bulunmadığı yolundaki savunmayı kabul etmemiş ve bu savunmanın uzun süren yargılamayı haklı göstermeyeceğini, devletin yargıdaki gecikmeleri önlemek için özel mahkemeler oluşturması ya da ilave atamalar yapması gerektiğini ifade etmiştir[45]. Ayrıca Nikolov kararında, uzun süren yargılamayı haklı göstermek için Temyiz Mahkemesi’nde aşırı derecede iş yükü olduğu iddiasını da kabul etmemiştir[46].

  1. Adli Sicil ve Arşiv Kayıtlarının Yanlış Tutulması veya Silinmemesi

Ceza yargılaması neticesinde verilen mahkûmiyet kararları, kişilerin adli sicil ve arşiv kayıtlarına işlenerek belirli bir süre burada muhafaza edilir. Gerek kararı veren mahkemelerin, gerekse Adalet Bakanlığı Adli Sicil Genel Müdürlüğü’nün bu konuda aldığı kararlarda ve tuttuğu kayıtlarda çok dikkatli olması gerekmektedir. Çok küçük bir yazım yanlışı, yanlış bir kişi hakkında adli sicil ve arşiv kaydı tutulmasına sebebiyet verebilecektir. Ayrıca, şartları oluştuktan sonra kişiler hakkında tutulan bu kayıtların silinmesi gerekecektir. Zira adli sicil ve arşiv kayıtlarının duyulması halinde kişilerin gerek iş bulmalarında, gerek iş ve sosyal ortamlarda diğer kişilerle girdikleri ilişkilerde bir takım sorunlar yaşanabilmektedir.

Gerçeğe aykırı bir şekilde adli sicil kaydında, adam öldürmek cürmü bilgisi nedeniyle, düzeltilmesi için vekâlet ücreti ödendiği ve toplumda itibarının zedelendiği iddialarıyla uğranılan maddi ve manevi zararın tazmini istemiyle açılan bir davada, İdare Mahkemesi, idarî dava açılmadan idareye yapılan başvuru sonucuna göre idarenin hatalı adli sicil kaydını düzelttiğini, bu sebeple vekâlet ücreti ödenmesine gerek olmadığına, hatalı adli sicil kaydının çevrede duyulduğuna ilişkin bir delilin sunulmadığına ve oluşan zararla hatalı adli sicil kaydı arasında nedensellik bağının olmadığına karar vererek maddi ve manevi tazminat taleplerini yerinde bulmamıştır[47].

Başka bir davada davacı tarafından işlenmeyen hırsızlık ve yaralama suçlarının adli sicil kaydında yanlışlıkla tutulması sebebiyle manevi tazminat isteminde bulunulduğu, ancak İdare Mahkemesince, başka bir şahsa ait hırsızlık ve yine başka bir şahsa ait yaralama arşiv kayıtlarının maddi bir hata sonucu adli sicil kaydına işlendiği, davacının başvurusu sonucu söz konusu kayıtların silindiği, ayrıca kayıtta açıkça suç tipinin yazılmadığı, bir takım kodların yer aldığı, hayatın olağan akışına göre bu kaydın üçüncü şahıslar tarafından bilinemeyeceği, iş arkadaşlarının kendisine mesafeli davrandığı iddiasının soyut olduğu ve bunun başka delillerin olmadığı, sicil raporlarının iyi olduğu, hatalı adli sicil kaydının görevde yükselemesine ve il dışında görevler verilmesine engel olmadığı gerekçeleriyle manevi tazminat talebinin reddi gerektiği belirtmiştir[48].

Belirli bir süre içerisinde tekrar suç işlenmemesi nedeniyle arşiv kaydına alınan adli sicildeki kayıtların, arşiv kaydından da silinmesi taleplerinin reddi üzerine açılan davalarda, yargı mercileri, arşiv kayıtlarındaki suçların, Kanunda tek tek sayılan silme durumlara girip girmediğini araştırmakta ve hiç birisine girmeyen suçların arşiv kaydından silinemeyeceğine karar vermektedirler[49].

  1. İcra ve İflas İşlerinin Hukuka Aykırı Yapılması

Mülkiyet hakkı günümüzde en önemli insan haklarından biridir. Mülkiyet hakkı, bir mülke sahip olmayı, onu elde etmeyi, devam ettirmeyi ve tüketmeyi ifade eder[50]. Mülkiyet hakkı Anayasamızın 35 inci maddesinde düzenlenmiştir. Mülkiyet hakkının korunmasında icra ve iflas işleri çok önem arz eder. Bu konuda çok ihtilaflar yaşanmaktadır. İcra ve iflas işleri yargı fonksiyonuna yardımcı nitelikte idarî faaliyetlerdir[51]. İcra ve İflas Kanunu’nun 5 inci maddesinde, icra ve iflas dairesi görevlilerinin kusurlarından doğan tazminat davaları ancak idare aleyhine açılabileceği, Devletin, zararın oluşmasında kusuru bulunan görevlilere rücu hakkının saklı olduğu, bu davalara adliye mahkemelerinde bakılacağı düzenlenmiştir.

Nitekim ihale yoluyla mal satın alma olayında, mülkiyetin devri aşamasında icra memuru ve hâkiminin hizmet kusuru sebebiyle malı geç devretmesi sebebiyle, maddi ve manevi tazminat istemiyle açılan bir davayı, İdare Mahkemesi, adli yargının görevine girdiğinden dolayı görev yönünden reddetmiştir[52].

Yargıtay, ihalenin feshi davasında, icra memurunun muhammen bedeli 200.000,00 TL olarak yazması gerekirken 200.00,00 TL yazması ve taşınmazın satışına ilişkin 2. ihale gününü, ilanda belirtmemesi sebebiyle kusurlu olduğunu, icra memurunun kanunun uygulanmasındaki uyumsuzluğu sonucu bir zararın oluştuğunu, kanunu uygularken özensiz  davrandığı İcra Tetkik Mercii kararıyla da belirlendiğini, icra memurunun bu davranışından dolayı Adalet Bakanlığı’nın İcra ve İflas Kanunu’nun 5 inci maddesine göre kusursuz sorumlu olduğunu belirtmiştir[53].

  1. Yargılama Hatası Yapılması

Yargı mercileri verdikleri kararlarda bazen hata yapabilmektedirler. Yargısal faaliyetten kaynaklanan hatalar genellikle aynı yargı yerince ya da üst yargı merciince düzeltilmektedir. Ancak bazı durumlarda, yargılama hatası sebebiyle devletin sorumluluğu iddiasıyla idarî yargıda davalar açıldığı olmuştur.

Nitekim temyizi kabil olmayan bir kararda “tebliğinden itibaren 8 gün içerisinde temyiz yolu açık olarak” ibaresine yer verilerek temyize gidildiği ve böylece ağır bir yargılama hatası yapıldığı iddiasıyla oluşan manevi zararın tazmini istemiyle açılan bir davada Danıştay,  maruz kalınan zararın yargısal faaliyetten kaynaklandığını, eğer şartları mevcut ise hâkimin hukuki sorumluluğuna ilişkin hükümlere göre ihtilafın çözümlenmesi gerektiğini belirtmiştir[54].

Başka bir olayda, bir şirketin hesaplarına mahkeme kararı ile tedbir konulması nedeniyle uğranılan maddi ve manevi zararın tazmini istemiyle açılan davada, davacı şirket, ceza yargılamasının hiçbir safhasında şirket yetkilisi ya da ortağının yargılanmamasına rağmen haksız bir şekilde mahkemece tedbir kararının verildiğini, bu durumdan şirket olarak çok zarar gördüklerini, kanunsuz bir şekilde mülkiyet hakkı ile çalışma ve sözleşme hürriyetlerine müdahale edildiğini iddia etmiş ise de, İdare Mahkemesi, yargılama görevi kapsamında yapılan hizmet sebebiyle Adalet Bakanlığı’nın ajanı konumunda olmayan hâkimlerin vermiş oldukları kararlar sebebiyle, yürütme fonksiyonunda yer alan anılan Bakanlığın sorumlu tutulamayacağı kararını vermiştir.

  1. Yargısal Tebligatlarda Yanlışlık Yapılması

Yargı mercileri kime, ne zaman ve nasıl tebligat çıkaracaklarını kendileri karar vermektedirler. Bu tebligatları doğru muhataba ve doğru bilgilerle göndermeleri gerekir.

Mühür bozma suçu ile ilgili yapılan bir yargılamada, yargılanan kişiye gönderilen tebligatta kullanmak üzere uyuşturucu madde bulundurmak suçu yazması, tebligatın kişinin eşinin yanında bulunduğu bir sırada yapılması, bu sebeple eşiyle aralarında tartışmalar yaşanması, eşinde kendisinin uyuşturucu kullandığına dair şüpheler oluşturması, bundan dolayı aile hayatının sarsılması ve boşanmaları nedeniyle manevi tazminat istemiyle açılan bir davada, İdare Mahkemesi, söz konusu tebligatın sehven gönderilmesi,  boşanma davasında bu durumun gündeme gelmemesi ve yanlış gönderilen tebligat ile oluşan zarar arasında nedensellik bağının bulunmaması nedenleriyle tazminat talebini yerinde görmemiştir[55].

  1. Haksız Yere Hürriyetten Yoksun Bırakma

Anayasamızın 19 uncu maddesi uyarınca herkes, kişi hürriyeti ve güvenliğine sahiptir. Aynı madde yakalama ve tutuklamaya ilişkin ayrıntılı bir düzenleme getirmiştir. Anılan maddenin son fıkrasında, bu esaslar dışında bir işleme tâbi tutulan kişilerin uğradıkları zarar, tazminat hukukunun genel prensiplerine göre, Devletçe ödeneceği düzenlenmiştir. Ayrıca, 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 90/6. maddesinde, yakalama emrine konu işlemin yerine getirilmesi nedeniyle yakalama emrinin çıkarılma amacının ortadan kalkması durumunda mahkeme, hâkim veya Cumhuriyet savcısı tarafından yakalama emrinin derhâl iadesinin isteneceği düzenlenmiştir. Yine Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 103/2. maddesinde, soruşturma evresinde Cumhuriyet savcısı adlî kontrol veya tutuklamanın artık gereksiz olduğu kanısına varacak olursa, şüpheliyi re’sen serbest bırakacağı, kovuşturmaya yer olmadığı kararı verildiğinde şüphelinin serbest kalacağı düzenlenmiştir.

Yukarıda yer alan mevzuat hükümleri birlikte değerlendirildiğinde, herkesin kişi hürriyetine sahip olduğu, kimsenin keyfi olarak kişi hürriyeti ve güvenliğinden mahrum edilemeyeceği, haksız yere yakalanan veya tutuklanan kişilerin uğradıkları zararların Devlet  tarafından karşılanacağı, yakalanan ve tutuklanan kişilerin yakalamaya ve tutuklamaya sebep olan durumların ortadan kalkması halinde derhal serbest bırakılması gerektiği anlaşılmaktadır.

Öte yandan, 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 141 inci maddesi suç soruşturması veya kovuşturması sırasında kanunda sayılan durumların meydana gelmesi halinde, maddî ve manevî her türlü zararların, Devletten istenebileceği düzenlenmiştir. Kanunda sayılan durumlar arasında, yasalarda belirtilen şartlar dışında yakalanma, tutuklanma veya tutukluluğunun devamına karar verme yer almaktadır. Aynı Kanun’un 142 nci maddesinde ise, bu sebeple oluşan zararların ağır ceza mahkemesinde incelenip karara bağlanacağı belirtilmiştir.

Nitekim Danıştay, haksız yere hükümlü olarak cezaevinde tutulma sebebiyle uğranılan zararın tazmini istemiyle idarî yargıda açılan bir davada, uyuşmazlığın görüm ve çözümünün adli yargı olduğunu belirtmiştir[56].

Diğer taraftan, haksız yere hürriyetten yoksun kalmaya UYAP sistemindeki bir kayıt sebep olursa, bu takdirde bu dava idarî yargıda görülür. Kimlik kontrolü sonucu arandığı tespit edilen ve 2 saat 10 dakika gözaltında kalan bir davacı tarafından manevi tazminat istemiyle idarî yargıda açılan bir davada, yakalama kararının kaldırılmasına rağmen gözaltına  alınmasında hizmet kusuru bulunduğu iddia edilmiş, İdare Mahkemesince de, gözaltına alınma durumunun UYAP kaydında davacı hakkında yakalama kararı bulunduğu uyarısının yer almasından meydana geldiği, bu sebeple manevi tazminata hükmedilmesi gerektiği belirtilmiştir[57].

  1. Davalarının Zamanaşımı Nedeniyle Düşmesi

Genel olarak zamanaşımı, bir işin üzerinden belirli bir vakit geçmekle o işin hükümsüz kalması şeklinde izah edilmektedir[58]. Ceza hukukunda anlamında zamanaşımı, devletin işlenen bir suçta, faili cezalandırma hakkını ortadan kaldıran bir neden olduğu kabul edilmektedir[59]. Ceza hukukunda dava zamanaşımı, suçun işlenip bittiği andan itibaren kanunen belirlenen sürelerin geçmesi durumunda davanın açılamamasını ya da açıldıktan sonra devam edilememesini ifade eder[60]. Ceza zamanaşımı ise, infazı mümkün hale gelen kesinleşmiş bir ceza mahkûmiyetinin, belli bir zaman geçmesiyle infaz edilemez duruma gelmesidir[61]. Devlet suçluları, zamanaşımına girmeden hâkim huzuruna çıkarmak ve yargılamakla yükümlüdür. Bir ülkede, ceza yargılamaları zamanında yapılmıyor ve sanıklar zamanaşımı sebebiyle serbest bırakılıyorsa, orada ciddi problemler var demektir. Böyle durumlarda, devletin yargısal faaliyet sebebiyle sorumluluğu gündeme gelir.

Hem suçlar için zamanaşımı kuralı getirip, hem de zamanaşımı süresi içerisinde yargılamanın yapılmaması suçun mağdurları yönünden ve hatta tüm toplum yönünden çok ağır bir durumdur. Böyle aksaklıkların olduğu zamanlarda, devlet yetkilileri her türlü önlemleri almalı ve bu problemleri kalıcı bir çözüme kavuşturmalıdır.

İdare Mahkemesi, adam öldürme suçundan yapılan bir yargılamada, davanın zamanaşımı sebebiyle düşmesi neticesinde Adalet Bakanlığı’nın yeterli miktarda mahkeme  kurmaması ve yeteri kadar hâkim ve savcı alımı yapmaması nedeniyle hizmet kusuru bulunduğu iddasıyla manevi zararın tazmini istemiyle açılan bir davada, İdareyi sorumlu kılacak ağırlıkta bir kusurun olmadığına, ortada idare hukuku ilkelerine göre tazmin edilecek meşru bir zararın olmadığına ve kususrsuz sorumluluk ilkesinin uygulanmasını gerektirecek bir durumun olmadığına karar vererek manevi tazminat talebini reddetmiştir[62].

Danıştay, davacılar miras bırakanın hayatını kaybetmesi olayına sebep olduğu iddia  edilen sanıkların yargılandığı davanın zamanaşımından düşmesi sonucu sanıkların cezalandırılamaması olayında, davacılar bakımından özel ve olağandışı nitelikte bir zararın söz konusu olmadığını, çünkü davanın zamanaşımı sebebiyle düşmesinin tüm kamuya yönelik genel bir zarar olduğunu, bu sebeple idarenin tazmin sorumluluğu bakımından gerekli koşulların oluşmadığını belirtmiştir[63].

  1. Cezaevindeki Tutukluların Cenazeye Katılma Taleplerinin Reddedilmesi

5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun’un 116/2. maddesinde, “İkinci derece dâhil kan veya kayın hısımlarından birinin ya da eşinin ölümü hâlinde, tutukluya, soruşturma evresinde soruşturmayı yapan Cumhuriyet savcısı, kovuşturma  evresinde kovuşturmayı yürüten hâkim veya mahkeme tarafından, soruşturmanın veya kovuşturmanın selameti ve güvenlik bakımından sakınca oluşturmaması koşuluyla, dış güvenlik görevlisinin refakatinde yol süresi dışında iki güne kadar cenazeye katılması için izin verilebilir” hükmüne yer verilmiştir. Anılan düzenleme cezaevindeki tutuklulara yakınlarının ölümü halinde Cumhuriyet savcısınca, hâkim veya mahkemece cenazeye katılması için izin verilebileceğini düzenlemektedir.

Cezaevinde tutuklu bulunan bir davacı, annesinin cenazesine katılmak için Ağır Ceza Mahkemesine yaptığı başvurusu reddedilince uğradığı manevi zararın tazmini için idari yargıda açtığı davada, kamuoyunda bilinen bazı davaların tutuklularına cenazeye katılmaları için izin verildiği, bu durumun eşitlik ilkesine aykırı olduğu, bu çeşit ani olaylarda mağduriyetlerin giderilmesi için lüzumlu önlemleri almak ve Mahkemeleri bilinçlendirmek görevinin  Adalet Bakanlığı’nda olmasına rağmen bu sorumluluğun yerine getirilmediği iddia edilmiş ise de, İdare Mahkemesi, Adalet Bakanlığı’nın bu tür bir vazifesinin ve mesuliyetinin olmadığını, cenazeye katılma talebinin yargı mercii tarafından reddedildiğini, Adalet Bakanlığı’nın bu konuda mahkemelere her hangi bir direktif veya talimat vermeyeceğini, ortada hizmet kusuru veya kusursuz sorumluluk durumunun olmadığını belirtmiştir[64].

  1. Adliyelerde Can Güvenliğinin Sağlanamaması

Cezaevinde bulunan tutukluların ya da mevcutlu olarak tutuklamaya sevk edilenlerin, duruşmalarının olduğu günlerde adliyeye getirilip götürülmeleri esnasında, duruşma öncesi bekledikleri sırada ve duruşma esnasında can güvenliğinin temini gerekir. Can güvenliğini sağlamak idari bir faaliyettir. Ancak can güvenliğinin sağlanamaması yargısal faaliyetle de ilgili olabilir.

Nitekim Danıştay, adam öldürmeye teşebbüs suçundan ötürü tutuklama istemiyle mevcutlu olarak Adliyeye getirilen bir kişinin Nöbetçi Mahkemenin önünde bulunan banklarda oturduğu sırada öldürülmesi olayında, Adliyede yeterli güvenlik ve asayiş önlemlerinin alınmaması nedeniyle sadece İçişleri Bakanlığı’nın değil, aynı zamanda Adalet Bakanlığı’nın da ağır hizmet kusurunun bulunduğuna karar vermiştir[65].

  1. Bazı Savcılık İşlemlerinde Hata Yapılması
  2. Müteveffanın Yanlış Yere Defnedilmesi

5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 159. maddesinde, bir ölümün doğal nedenlerden meydana gelmediği kuşkusunu doğuracak bir durumun varlığı veya ölünün  kimliğinin belirlenememesi halinde; kolluk görevlisi, köy muhtarı ya da sağlık veya cenaze işleriyle görevli kişiler, durumu derhâl Cumhuriyet Başsavcılığına bildirmekle yükümlü oldukları, bu durumda ölünün gömülmesi ancak Cumhuriyet savcısı tarafından verilecek yazılı izne bağlı olduğu düzenlenmiştir. Cumhuriyet savcılarının bu görevi, yargılama fonksiyonu dışında olduğu, idarî bir görev olduğu sonucuna ulaşabiliriz. Nitekim, kendilerine haber verilmeksizin yakınları müteveffanın kimsesizler mezarlığına gömülmesi ve sonrasında mezarın açılarak cenazenin başka bir ile nakledilip yeniden gömülmesine sebep olan olayda, Cumhuriyet Savcılığının müteveffaya ait adres, telefon ve nüfus bilgilerine ulaştığı halde, yakınlarının tespiti konusunda gerekli araştırmayı yapmadığı iddiası üzerine açılan manevi zararın tazmini istemli davada, Danıştay, olayın Cumhuriyet Savcılığının yargılama fonksiyonu dışında kaldığını ve idarî görevin ifasından kaynaklandığını, idarî görevleri kapsamındaki işlemlerinden dolayı Adalet Bakanlığı’nın sorumlu tutulabileceğini ve hizmet kusuru bulunup bulunmadığının araştırılması gerektiğini belirtmiştir[66].

  1. Süresinde İddianame Hazırlanmaması

Bazı kanunlarda Cumhuriyet savcılarının hazırlayacakları iddianameler için belirli bir süre belirlenmiş olabilir. Bunlardan birisi 5187 sayılı Basın Kanunu’nun 26 ncı maddesidir. Bu maddeye  göre, basılmış eserler yoluyla işlenen veya Kanunda öngörülen diğer suçlarla ilgili ceza davalarının bir muhakeme şartı olarak, günlük süreli yayınlar yönünden dört ay, diğer basılmış eserler yönünden altı ay içinde açılması zorunludur.

Cumhuriyet savcısı tarafından kanunen belirtilen süre içerisinde iddianame hazırlanmayarak ağır hizmet kusuru sebebiyle uğranılan manevi zararın tazmini istemiyle  açılan davada, Danıştay, savcıların iddianame hazırlanmasını yargılama fonksiyonu kapsamında bir görev olduğunu, bu görev nedeniyle Adalet Bakanlığı’nın ajanı konumunda olmayan savcıların yürüttükleri soruşturmalar ve kovuşturmalar sonucunda verdikleri kararlardan ötürü, yürütme organı içerisinde yer alan Adalet Bakanlığı’nın sorumlu tutulamayacağına karar vermiştir[67].

  1. Kamu İhalelerine Katılmaktan Yasaklanma ve Kamu İhale Kurumuna Geç Bildirim Yapılması

4734 sayılı Kamu İhale Kanunu’nun 59 uncu maddesinin 2 nci fıkrasında, Kanun’un 17 nci maddesinde belirtilen fiil veya davranışlarda bulunanlar hakkında kamu davası açılması durumunda, yargılama sonuçlanıncaya kadar Kamu İhale Kanunu kapsamında yer alan kamu kurum ve kuruluşlarının ihalelerine katılamayacakları düzenlenmiştir. Bu sebeple, ihaleye fesat karıştırma ya da kanunda belirtilen başka bir suçlama ile iddianame hazırlayan Cumhuriyet savcıları durumu Kamu İhale Kurumu’na bildirmeleri gerekir.

Danıştay, ihaleye fesat karıştırmak suçlamasıyla hakkında kamu davası açılan bir kişinin, açılan kamu davasının bir neticesi olarak ihalelere katılamayacağını, burada ihalelere katılamama olgusunun idarî işlem niteliğinde değil, kanuni düzenleme gereği ceza yargılamasının sonucu olarak ortaya çıktığını ve yargısal faaliyet kapsamında olduğunu, bu sebeple esasının incelenemeyeceğini belirtmiştir[68].

  1. Mahkûmiyet Hükmünün Düşürülmesine İlişkin Kararın Geç Bildirilmesi

Verilen mahkûmiyet kararlarının infazı Cumhuriyet Savcılarınca yerine getirilmektedir. Cumhuriyet Savcıları, mahkûmiyet kararlarının infazı süresi bittiği anda ya da mahkemece serbest bırakılma kararı verildiği zaman, tutuklu ve hükümlülerin, serbest bırakılmaları için hemen ilgili cezaevine bildirmesi gerekir.

Farklı ildeki bir cezaevinde bulunan bir mahkûmun, mahkumiyet hükmünün düşürülmesine ilişkin kararı yanlış cezaevine bildirilmesi ve böylece geç salıverilmesi olayında uğranılan manevi zararın tazmini istemiyle açılan bir davada, Ankara Bölge İdare Mahkemesi, gerekli koordinasyonun sağlanmadığını, bu sebeple davacının bulunduğu cezaevinin geç belirlendiğini, davacının adliye personelinin kusurundan dolayı bir aydan fazla bir süre hürriyetinden yoksun kaldığını, bundan dolayı davacıya duyduğu üzüntüye karşılık manevi tazminat ödenmesi gerektiğini belirtmiştir[69].

  1. Hukuka Aykırı Telefon Dinleme ve İmha Etmeme

Anayasa’nın 20 nci maddesinde, herkesin, özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkına sahip olduğu, özel hayatın ve aile hayatının gizliliğine dokunulamayacağı; 22 nci maddesinde ise, herkesin, haberleşme hürriyetine sahip olduğu, haberleşmenin gizliliğinin esas olduğu düzenlenmiştir. Suçla mücadelede telefon dinlemesi önem arzeder. Ancak dinlemede elde edilen verilerden özel hayata ilişkin kısımlar çıkartılarak suça ve suçluya ilişkin kısımların muhafazası adil yargılanmanın bir gereğidir.

Telefonları dinlenilmesine karar verilen bir kişinin, başka bir kişiyle gerçekleştirdiği telefon konuşmasında üçüncü kişi hakkında dedikodu niteliğinde beyan ettiği sözlerin kayda  alınması ve imha edilmeyerek ceza davası dosyasında tutulması suretiyle basına sızdırılmasına neden olan savcı ve hâkim tarafından adalet hizmetinin kusurlu işletildiğinden bahisle uğranılan maddi ve manevi zararın tazmini istemiyle açılan bir davada, Danıştay, yargılama görevi kapsamında yaptıkları hizmet nedeniyle Adalet Bakanlığının ajanı olmayan hâkim ve savcıların yürüttükleri ceza soruşturması ve yargılaması sebebiyle yürütme organı içerisinde yer alan Adalet Bakanlığı’nın sorumlu tutulamayacağını, ancak hâkim ve savcılara karşı uğranılan zarar için adli yargıda tazminat davasının açılabileceğini belirtmiştir[70].

  1. Yardımcı Personelin Hizmet Kusurunun Olması

Bazı durumlarda, yargıda görev yapan yazı işleri müdürü, zabıt katibi, mübaşir gibi yardımcı persolin sebebiyet verdiği zararlar yargısal faaliyet ile ilgili olabilir.

Savcılığa yaptığı başvurunun akibetini öğrenmek için Adliyeye gelen, ancak Savcılık kaleminde saat 16:45’de kimseyi bulamadığı için mağdur olduğu iddiasıyla manevi tazminat istemiyle bir davacı tarafından açılan davada, İdare Mahkemesi, başvuruyu inceleyerek sonuçlandırmak görevinin savcıya ait olduğu, kalem personelinin olmaması doğrudan zarara sebebyet verecek bir hizmet kusurunu oluşturmadığı ve yaşanan olayla oluşan zarar arasında nedensellik bağının olmadığı gerekçeleriyle davanın reddine karar vermiştir[71].

  1. Kanun Yararına Bozma Yoluna Gidilmemesi

Kanun yararına bozma yolu, karar ya da hükümlerdeki hukuka aykırılıkların toplum ve birey açısından hukuk yararına giderilmesi ve ülke çapında uygulama birliğine varılmasını sağlama amacıyla, olağanüstü bir yargılama yolu olarak 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 309 ve 310 uncu maddelerinde düzenlenmiştir. 309 uncu maddede:

“(1) Hâkim veya mahkeme tarafından verilen ve istinaf veya temyiz incelemesinden geçmeksizin kesinleşen karar veya hükümde hukuka aykırılık bulunduğunu öğrenen Adalet Bakanlığı, o karar veya hükmün Yargıtayca bozulması istemini, yasal nedenlerini belirterek Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına yazılı olarak bildirir.

(2) Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, bu nedenleri aynen yazarak karar veya hükmün bozulması istemini içeren yazısını Yargıtayın ilgili ceza dairesine verir.

(3) Yargıtayın ceza dairesi ileri sürülen nedenleri yerinde görürse, karar veya hükmü kanun yararına bozar.”

hükmü yer almaktadır.

Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 310 uncu maddesinde, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının kanun yararına bozma yoluna başvurabilmesinin ancak Adalet Bakanlığı tarafından bu yetkinin kullanılmaması durumunda geçerli olduğu düzenlenmiştir.

Bu sebeple, Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 309 ve 310 uncu maddeleri birlikte değerlendirildiğinde, kanun yararına bozma konusunda Adalet Bakanlığına takdir hakkı tanındığı anlaşılmaktadır. Ancak zaman zaman Adalet Bakanlığına yapılan başvurularda, bazı kararlara karşı kanun yararına bozma yoluna gidilmesini istenilmektedir. Söz konusu başvurular uygun görülmezse reddedilmekte ve bunlara karşı idarî yargıda davalar açılmaktadır.

İdari yargı, kanun yararına bozmaya ilişkin kanun yolunun ceza hukukundan kaynaklanan bir kanun yolu olduğunu, bu konuda Adalet Bakanlığı’na tanınan yetkinin, idarî nitelikte bir yetki kullanımı olmadığını, sonuçlarını yargısal alanda doğurduğunu ve idarî yargı yoluyla denetlenemeyeceğini çeşitli kararlarda belirtmiştir[72].

  1. Otopsi Raporunda Hata Yapılması

2569 sayılı Adli Tıp Kanunu’nun 1. maddesinde, adalet işlerinde bilirkişilik yapmak görevinin Adli Tıp Kurumuna verildiği; 2. maddesinde ise, Kurumun mahkemeler ile hâkimlikler ve savcılıklar tarafından gönderilen adli tıp ile ilgili konularda bilimsel ve teknik görüşlerini bildirmekle yükümlü olduğu hükme bağlanmıştır. Adli Tıp Kurumu uzmanları tarafından hazırlanan bilirkişi raporları, davalar için hayati öneme sahiptir. Birçok davada davanın istikameti bilirkişi raporlarına göre değişmektedir. Bu raporların hatasız ve usulüne uygun olması yargısal faaliyet için çok önemlidir.

Otopsi raporunda hatalı bir şekilde müteveffanın iç çamaşırında sperm saptandığının bildirilmesi sebebiyle oluşan manevi zararın tazmini istemiyle açılan bir davada, İdare  Mahkemesi, Adli Tıp Kurumunda görevli bir personelin müteveffadan önce başka bir cenazenin otopsisinde kullandığı aynı eldiveni müteveffada da kullanması sonucu spermin bulaştığını, bu hatanın kurumun yaptığı incelene ve soruşturma sonucu ortaya çıkarıldığını, söz konusu olayda sadece hatanın bulunduğunu, kasıt, ağır kusur ya da ihmalin olmadığını, söz konusu hata sebebiyle adlî soruşturmanın yanlış yönlendirilerek sürüncemede bırakılması gibi bir durumun olmadığını, ancak oluşan acı ve elem sebebiyle manevi tazminata hükmedilmesi gerektiğini belirtmiştir[73].

  1. Yargı Kararının Uygulanmaması

T.C. Anayasası’nın 138’inci maddesinde “Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez.” şeklinde amir hüküm bulunmaktadır. Hukuk devleti ve uygar bir toplum olmanın gereği olarak yargı kararlarına uyulması gerekir[74]. Yargı kararları kesin hüküm gücüne sahip olması sebebiyle uygulanması zorunludur[75]. Yargı kararlarının uygulanmaması, idare hukukunun hizmet kusuru ilkelerine göre malî sorumluluğu doğurur[76]. Fransa’da Conseil d’Etat bünyesinde idarî yargı kararlarının uygulanmaması sebebiyle hakları ihlal edilenlerin şikâyetleri sonucu harekete geçen İnceleme ve Rapor Komisyonu kurulmuştur[77].

İnsan Hakları Tazminat Komisyonu’na göre adil yargılanma hakkı, sadece yargılama sürecini değil, ayrıca verilen hükmün eksiksiz bir şekilde zamanında uygulanmasını da içerir. Kesinleşmiş yargı kararlarının uygulanmasındaki mali güçlükler, karara konu olan hakkın özü ve yargı kararının sonuç doğurabilmesi bakımından ancak belirli bir seviyeye kadar mazeret teşkil edebilir. Ortada bir yargı kararı olmasına rağmen, borçlu kamu tüzel kişiliğinden, hükmedilen borcun hiç tahsil edemeyişi ya da eksik tahsil edilmesi, hakkın özünü ve yargı kararının tesirini manasızlaştırır.[78]

AİHM, Hornsby kararında, yargı kararlarının uygulanmasını AİHS’nin 6. maddesinde güvence altına alınan adil yargılanma hakkı kapsamında yargılamanın bütünleyici bir parçası olduğunu, kesinleşen ve icra edilebilir hâle gelen yargı kararlarının makul sürede uygulanması gerektiğini, aksi halde adil yargılanma hakkının ihlâl edileceğine karar vermiştir[79]. Ülger kararında ise, yargı kararının icraya konulmasını engelleyecek şekilde davayı kazanan taraftan, kararın bir örneğinin verilebilmesi için harç ödenmekle yükümlü tutmanın, AİHS’nin 6. maddesinde güvence altına alınan adil yargılanma hakkını ihlal ettiğine karar vermiştir[80]. Yine AİHM Assanidze kararında, beraat eden başvuranın üç yıldan fazla süredir tahliye edilmeyerek yargı kararı gereğinin yapılmaması sebebiyle adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini belirtmiştir[81].

AİHM, kesinleşen yargı kararlarının geç olarak veya eksik olarak uygulanması ya da hiç uygulanmamasına dair iddiaları incelerken; olayın kendine has şartlarını, yargı kararının uygulanmaması sürecinde başvurana yüklenilebilecek herhangi bir ihmal ya da kusurun olup olmadığı ile dava konusunun başvuran yönünden taşıdığı önemi değerlendirerek bir sonuca varmaktadır[82].

İnsan Hakları Tazminat Komisyonu, Asliye Hukuk Mahkemesi kararına istinaden yapılan ilamlı icra takibinin sonuçsuz kalması, kararın hüküm bölümünde yer alan maddi ve manevi tazminatın yasal faizi ile birlikte tahsiline ve ödenmesine hükmedilmesine rağmen  borçlu Belediye tarafından hiçbir ödeme yapılmaması olayında, kesinleşmiş mahkeme kararlarının makul sürede uygulanması ya da icra edilmesi hakkına ilişkin AİHM’in yerleşik içtihatları, olayın kendine özgü koşulları, başvuranın kararın icrası sürecinde gösterdiği tutum ve davranışları ve ihtilaf konusunun taraflar açısından taşıdığı önemi değerlendirerek, başvuruya konu kararın, kesinleştiği tarihten Komisyonun inceleme tarihine kadar yaklaşık 7 yıl geçmiş olmasına rağmen henüz hiç icra edilmemesi sebebiyle, kesinleşmiş mahkeme kararının süresinde icra edilmesini isteme hakkının ihlal edildiğine ve tazminata hükmedilmesine karar vermiştir[83].

  1. Kamulaştırma Bedelinin Mahkemece Vadeli Hesaba Yatırılmaması

2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun 10 uncu maddesinde, hak sahibinin tespit edilemediği durumlarda kamulaştırma bedelinin üçer aylık vadeli hesaba dönüştürülerek nemalandırılması konusunda önlem almanın mahkemenin yetki ve sorumluluğunda olduğu düzenlenmiştir. Bu konuda hak kaybının olmaması için mahkemelerin üzerine düşen yükümlülüğü yapmaları gerekir.

Kamuşlatırma bedelinin tespiti davası sonucunda saptanan kamulaştırma bedelinin mahkeme tarafından vadeli hesaba yatırılması gerekirken yatırılmaması sebebiyle uğranılan maddi zararın tazmini istemiyle açılan bir davada, İdare Mahkemesi, Bankaya müzekkere (talimat) yazmanın yargısal faaliyetin bir unsuru olduğunu, idarî bir eylem veya eylemsizlik olarak nitelendirilemeyeceğini, bu sebeple Adalet Bakanlığı’nın ajanı konumunda olmayan hâkimlerin verdiği kararlardan ötürü yürütme organı  içerisinde yer alan Adalet Bakanlığı’nın sorumlu tutulamayacağını belirtmiştir[84].

  1. Talimat Yazısının Zamanında Yerine Getirilmemesi

Bazı durumlarda yargı mercileri başka bir yerdeki mahkemeden istinabe yoluyla bir takım yargısal işlemler yapmalarını isterler.  Bu tür durumlarda davanın asıl görüldüğü mahkeme talimat yazısı ile başka yer mahkemesinden ne istediğini açıkça belirtir. Talimat yazısı gelen mahkeme de, yapılması istenilen yargısal işlemleri en hızlı şekilde yapıp dava dosyasının görüldüğü mahkemeye cevap vermesi gerekir. Bu işlemlerin usulüne uygun ve zamanında yapılmaması bir takım mağduriyetlere sebebiyet verebilmektedir.

Talimat yazısının gereği zamanında yapılmaması nedeniyle uğranılan maddi ve manevi zararın tazmini istemiyle açılan bir davada, Danıştay, talimat yazısının zamanında ve usulüne uygun bir şekilde yapma görevinin yargılama fonksiyonu kapsamında bir görev  olduğunu, bu sebeple Adalet Bakanlığı’nın ajanı konumunda olmayan hâkimlerin verdiği kararlardan ötürü yürütme fonksiyonu içerisinde yer alan Adalet Bakanlığı’nın sorumlu tutulamayacağını belirtmiştir[85].

  1. Yargısal Faaliyetten Kaynaklanan Zararların Telafisi İçin Alınan Önlemler

Ülkemizde yargısal faaliyetten kaynaklanan zararlar sebebiyle bir takım önlemler alınmaya başlanmıştır. Bu kapsamda atılan adımlardan biri, 19.01.2013 tarih ve 28533 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 6384 sayılı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine Yapılmış Bazı Başvuruların Tazminat Ödenmek Suretiyle Çözümüne Dair Kanun uyarınca Adalet Bakanlığı içerisinde oluşturulan İnsan Hakları Tazminat Komisyonu’dur. Söz konusu Komisyon yargılamaların makul süre içerisinde neticelendirilmediğine ilişkin başvurulara, yargı kararlarının uygulanmadığına ilişkin başvurulara ve Bakanlar Kurulunca tespit edilecek diğer ihlallere bakmaktadır[86]. 6384 sayılı Kanunun 9 uncu maddesine göre Komisyon belirtilen konularda, 23.9.2012 tarihi itibarıyla AİHM nezdinde kaydedilmiş başvuruları inceleme yetkisine sahiptir. 16.03.2004 tarihli ve 28943 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan Bakanlar Kurulu’nun 10.02.2014 tarihli ve 2014/5917 sayılı kararı ile anılan Komisyona, 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununa göre yapılan kamulaştırma veya irtifak hakkı tesislerinde uzun yargılama ve enflasyon etkisiyle kamulaştırma veya irtifak hakkı bedelindeki değer kaybının telafi edilmediği iddiasıyla yapılan başvuruları, cezaevlerinde bulunan hükümlü ve tutuklulara uygulanan disiplin cezaları ile İnfaz  Hâkimliği Kanununa göre incelenen itirazlarda savunma hakkının kısıtlandığı iddiasıyla yapılan başvuruları, cezaevlerinde Türkçe dışında başka bir dil kullanıldığı veya Türkçe dışında yazılan mektup ve benzeri iletilerin kurum idaresi tarafından alınmadığı ya da gönderilmediği gerekçesiyle haberleşme hakkının ihlal edildiği iddiasıyla yapılan başvuruları ve cezaevlerinde bulunan hükümlü ve tutukluların yararlanmak istedikleri süreli ve süresiz yayınların engellendiği iddiasıyla yapılan başvuruları incelemek görevleri verilmiştir. Ayrıca söz konusu Bakanlar Kurulu kararıyla, Komisyonun AİHM nezdinde kaydedilmiş başvuruları inceleme zamanı altı ay daha uzatılarak 23.3.2013 olarak belirlenmiştir.

Yargısal faaliyetten kaynaklanan zararların telafisi için atılan adımlardan bir diğeri ise, Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru hakkının tanınmasıdır. 2010 yılında yapılan halk oylaması sonucu yürürlüğe giren Anayasa’nın 148 inci maddesine eklenen üçüncü, dördüncü ve beşinci fıkralar ile Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruları inceleme ve karara bağlama yetkisi verilmiştir. Söz konusu hükümler şöyledir:

“Herkes, Anayasada güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerinden, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından, ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurabilir. Başvuruda bulunabilmek için olağan kanun yollarının tüketilmiş olması şarttır. /  Bireysel başvuruda, kanun yolunda gözetilmesi gereken hususlarda inceleme yapılamaz. / Bireysel başvuruya ilişkin usul ve esaslar kanunla düzenlenir.”

Böylece, Anayasa Mahkemesi’nin vereceği kararlar ile temel hak ve hürriyetleri ihlal edilenler, bireysel başvuru yolu sayesinde artık Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine gitmek zorunda kalmayacaktır[87]. Anayasa Mahkemesine yargısal faaliyetten doğan zararlar sebebiyle de bireysel başvuru yoluna gidilebilecektir.

Ülkemiz hakkındaki olumsuz bu tablonun değiştirilmesi amacıyla atılan adımlardan bir diğeri ise, daha önce Dışişleri Bakanlığı tarafından yürütülen Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi nezdindeki savunmaların ve kararların icrası süreci, 26 Ağustos 2011 tarihli ve 650 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile artık Adalet Bakanlığı’na verilmiş ve anılan Bakanlık içerisinde Uluslararası Hukuk ve Dış İlişkiler Genel Müdürlüğü bünyesinde bağımsız bir İnsan Hakları Dairesi  Başkanlığı kurulmuştur[88]. Yargısal faaliyetten kaynaklanan zararların tazmini istemiyle gerek Anayasa Mahkemesi’ne, gerekse AİHM’ne yapılan başvurular hakkında savunma yapmak ve bu mahkemeler tarafından verilen kararları uygulamak görevi anılan Başkanlığın görevlerindendir.

Yargısal faaliyetten kaynaklanan zararların telafisi için atılan adımlar arasında değerlendirilebilecek diğer bir husus ise, ülkemizin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine taraf olması ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin yargı yetkisini tanımasıdır. Şüphesiz AİHM, verdiği kararlarla yargısal faaliyetten doğan devletin sorumluluğu alanında çok önemli gelişmelere imza atmıştır.

[1] ONAR, age., c. III, s. 1732; GÖZÜBÜYÜK/TAN, age., s. 788; ÇAĞLAYAN Ramazan, İdare Hukuku Dersleri, 1. Baskı, Ankara 2013, s. 542.

[2] GÖZLER, age., s. 961; GÖZÜBÜYÜK/TAN, age., s. 788.

[3] GÜNDAY, age., s. 11.

[4] GÜNEŞ Turan, Yürütme Organının Düzenleyici İşlemleri, Ankara 1965, s. 41.

[5] GÜNDAY, age., s. 11.

[6] ONAR, age., s. 1732.

[7] GÖZLER, age., s. 960.

[8] ÖZDEMİR, age., s. 37.

[9] ÖZDEMİR, age., s. 37.

[10] Anayasa m. 125/1.

[11] DURAN Lûtfi, İdare Hukuku Ders Notları, İstanbul 1982, s. 10.

[12] GÜNDAY, age., s. 13.

[13] ONAR, age., s. 1732-1733.

[14] ÖZDEMİR, age., s. 37.

[15] ONAR, age., s. 1733.

[16] GÜNDAY, age., s. 12.

[17] ÖZAY, age., s. 317.

[18] GÜNDAY, age., s. 11-12.

[19] ONAR, age., s. 1733.

[20] ONAR, age., s. 1734.

[21] GÖZLER, age., s. 967.

[22] Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, E. 2011/4-669, K. 2011/807, T. 16.12.2011. Ayrıca başka kararlar için bkz. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, E. 2010/4-555, K. 2010/601, T. 24.11.2010; Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, E. 2010/4-556, K. 2010/602, T. 24.11.2010; Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, E. 2010/4-557, K. 2010/603, T. 24.11.2010; Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, E. 2010/4-552, K. 2010/599, T. 24.11.2010; Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, E. 2010/4-554, K. 2010/600, T. 24.11.2010; Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, E. 2010/4-558, K. 2010/604, T. 24.11.2010; Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, E. 2010/4-551, K. 2010/598, T. 24.11.2010.

[23] HOCAOĞLU Celal, “The Right to Trial within a Reasonable Time According to the European Court of Human Rights”, Human Rights Review, C. III, S. 2, Ankara 2013, s. 116.

[24] Danıştay Onuncu Dairesi, E. 2007/6522, K. 2009/3147, T. 22.4.2009.

[25] Ankara Bölge İdare Mahkesi, E. 2007/7076, K.2007/8198, T. 27.12.2007.

[26] Ankara Birinci İdare Mahkemesi, E. 2007/462, K. 2008/224, T. 07.02.2008; Ankara Onüçüncü İdare Mahkemesi, E. 2007/1213, K. 2008/792, T. 30.4.2008.

[27] İnsan Hakları Tazminat Komisyonu, K. 2014/493, T. 19.2.2014

[28] İnsan Hakları Tazminat Komisyonu, K. 2014/493, T. 19.2.2014.

[29] İnsan Hakları Tazminat Komisyonu, K. 2014/498, T. 19.2.2014.

[30] İnsan Hakları Tazminat Komisyonu, K. 2014/111, T. 08.1.2014.

[31] İnsan Hakları Tazminat Komisyonu, K. 2014/505, T. 19.2.2014.

[32] İnsan Hakları Tazminat Komisyonu, K. 2014/251, T. 29.1.2014.

[33] İnsan Hakları Tazminat Komisyonu, K. 2013/1896, T. 02.12.2013.

[34] Anayasa Mahkemesi Birinci Bölüm, Başvuru No: 2012/13, T. 2.7.2013, RG. 28711, T. 18.7.2013.

[35] Anayasa Mahkemesi İkinci Bölüm, Başvuru No: 2013/7123, T. 06.02.2014, www.anayasa.gov.tr.

[36] Anayasa Mahkemesi Birinci Bölüm, Başvuru No: 2013/5250, T. 6.3.2014, www.anayasa.gov.tr.

[37] WILDHABER Luzius/ROTFELD Adam Daniel, “Welcome Speech of the Workshop of the Improvement of Domestic Remedies with Particular Emphasis on Cases of Unreasonable Length of Proceedings on Apr. 28, 2005”, Reforming The European Convention on Human Rights, 2009, s. 84.

[38] GROZEV Yonko ve diğerleri, Right to a Fair Trial under the European Convention on Human Rights (Article 6), Manual for Lawyers, 2009, s. 52.

[39] MOLE Nuala/HARBY Catharina, The Right to a Fair Trial, Human Rights Handbooks,  No. 3, 2006, s. 25.

[40] VITKAUSKAS Dovydas/DIKOV Grigoriy, Protecting The Right to a Fair Trial under the European Convention on Human Rights, Council of Europe Yayınları, Human Rights Handbooks, 2012, s. 74.

[41] GROZEV, age., s. 52.

[42] Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Büker v. Turkey, Başvuru No. 29921/96, T. 24.10.2000.

[43] Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Guincho v. Portugal, Başvuru No. 8990/80, T. 10.07.1984.

[44] Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Veliyev v. Russia, Başvuru No. 24202/05, T. 24.06.2010.

[45] Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, De Cubber v. Belgium, Başvuru No. 9186/80, T. 26.10.1984.

[46] Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Nikolov and Others v. Bulgaria, Başvuru No. 44184/05, 22250/06 ve 37182/07, T. 21.5.2012.

[47] Ankara Onbirinci İdare Mahkemesi, E. 2008/1751, K.2009/298, T. 27.2.2009.

[48] Van İkinci İdare Mahkemesi, E. 2012/1742, K. 2013/1746, T. 05.12.2013.

[49] Danıştay Onuncu Dairesi, E. 2006/6958, K. 2009/6444, T. 16.6.2009; Ankara Beşinci İdare Mahkemesi, E. 2008/1763, K. 2009/74, T. 28.1.2009.

[50] HENKIN Louis/CLEVELAND Sarah H./HELFER Laurence R./NEUMAN Gerald L./ORENTLİCHER Diane F., Human Rights, 2. Baskı, New York 2009, s. 1521.

[51] GÖZLER, age., s. 966.

[52] Ankara İkinci İdare Mahkemesi, E. 2014/340, K. 2014/560, T. 30.4.2014.

[53] Yargıtay Üçüncü Hukuk Dairesi, E. 2012/8876, K. 2012/14170, T. 04.06.2012.

[54] Danıştay Onuncu Dairesi, E. 2010/11755, K. 2013/8923, T. 11.12.2013.

[55] İstanbul Onuncu İdare Mahkemesi, E. 2013/243, K. 2013/2672, T. 31.12.2013.

[56] Danıştay Onuncu Dairesi, E. 2006/6856, K. 2008/9620, T. 31.12.2008

[57] Edirne İdare Mahkemesi, E. 2012/125, K. 2013/1373, T. 23.12.2013.

[58] ARTUK Mehmet Emin/GÖKCEN Ahmet/YENİDÜNYA A. Caner, Ceza Hukuku Genel Hükümler, 5. Baskı, Ankara 2011, s. 967.

[59] ARTUK/GÖKCEN/YENİDÜNYA, age., s. 967.

[60] ÖZBEK Veli/KANBUR M. Nihat/DOĞAN Koray/BACAKSIZ Pınar/TEPE İlker, Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler, 2. Baskı, Ankara 2011, s. 670.

[61] ÖZBEK/KANBUR/DOĞAN/BACAKSIZ/TEPE, age., s. 691.

[62] İstanbul Onuncu İdare Mahkemesi, E. 2012/2045, K. 2013/2193, T.  28.11.2013.

[63] Danıştay Onuncu Dairesi, E. 2010/16355, K. 2013/3640, T. 24.4.2013.

[64] Ankara Ondördüncü İdare Mahkemesi, E. 2011/2096, K. 2013/1360, T. 03.10.2013.

[65] Danıştay Onuncu Dairesi, E. 2009/5838, K. 2013/9042, T. 16.12.2013.

[66] Danıştay Onuncu Dairesi, E. 2009/9560, K. 2013/8793, T. 9.12.2013.

[67] Danıştay Onuncu Dairesi, E. 2009/13387, K. 2013/9319, T. 23.12.2013

[68] Danıştay Onüçüncü Dairesi, E. 2009/3352, K. 2010/6904, T. 12.10.2010.

[69] Ankara Bölge İdare Mahkemesi 1. Kurul, E. 2013/9329, K. 2013/13225, T. 04.07.2013.

[70] Danıştay Onuncu Dairesi, E. 2007/6441, K. 2009/10124, T. 7.12.2009.

[71] İstanbul Sekizinci İdare Mahkemesi, E. 2006/1564, K. 2008/1801, T. 27.10.2008.

[72] Danıştay Onuncu Dairesi, E.2006/6129, K. 2008/7559, T. 7.11.2008; Danıştay Onuncu Dairesi, E. 2006/6129, K. 2008/7559, T. 7.11.2008; Ankara İkinci İdare Mahkemesi, E. 2007/456, K. 2007/1939, T. 25.10.2007; Ankara Beşinci İdare Mahkemesi, E. 2008/2127, K. 2008/2139, T. 11.11.2008; Ankara Onuncu İdare Mahkemesi, E. 2008/2381, K. 2009/213, T. 17.02.2009; Ankara Onaltıncı İdare Mahkemesi, E. 2007/2308, K. 2008/1514, T. 22.12.2008.

[73] İstanbul Dördüncü İdare Mahkemesi, E. 2010/771, K. 2010/2559, T. 28.12.2010.

[74] ÖZAY, age., s. 793.

[75] ÖZEREN Ahmet Şükrü/BAYHAN Taci, İdari Yargı Kararlarının Uygulanması, 1992, s. 125.

[76] ÖZEREN/BAYHAN, age., s. 125.

[77] ÖZAY, age., s. 794.

[78] İnsan Hakları Tazminat Komisyonu, K. 2013/1895, T. 02.12.2013.

[79] Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Hornsby v. Greece, Başvuru No. 18357/91, T. 19.3.1997.

[80] Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Ülger v. Turkey, Başvuru No. 25321/02, T. 26.06.2007.

[81] Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Assanidze v. Georgia, Başvuru No. 71503/01, T. 08.04.2004.

[82] İnsan Hakları Tazminat Komisyonu, K. 2013/1895, T. 02.12.2013.

[83] İnsan Hakları Tazminat Komisyonu, K. 2013/1895, T. 02.12.2013.

[84] Ankara Dokuzuncu İdare Mahkemesi, E. 2009/1771, K. 2010/787, T. 11.06.2010.

[85] Danıştay Onuncu Dairesi, E. 2003/4422, K. 2006/5659, T. 13.10.2006.

[86] YILDIRIM Zeki, “6384 Sayılı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine Yapılmış Bazı Başvuruların Tazminat Ödenmek Suretiyle Çözümüne Dair Kanun: İnsan Hakları İhlallerinin Çözümüne Dair Farklı Bir Yaklaşım”, GÜHFD, C. XVII, S. 1-2, Y. 2013, 1739.

[87] TÖGEL Akif, “Anayasa Mahkemesi’ne Bireysel Başvuru Yolu’nun Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne Yapılan Başvurulara Etkisi”, Akademik Teklif, Hukuk ve İdari Bilimler Dergisi, C. 1, S. 1, Ankara Temmuz 2013, s. 82.

[88] YILDIRIM, agm., s. 6.